18-19. yüzyıllarda, özellikle 1750’den sonra politik hareketler hız kazanmış, Avrupa devrimlere sahne olmuştur. Monarşiler yerini önce anayasal(meşruti) monarşilere, ardından cumhuriyetlere bırakmaya başlamıştır. Hatta Paris’te 1871’de kısa süreliğine bir komün bile kurulmuştur.
Felsefe tarihi kronolojisi açısından bakıldığında
- Locke, Hume ve Berkeley’in temsilcisi olduğu Britanya empirisizmi
- Fichte, Schelling ve Hegel’in temsilcisi olduğu Alman idealizmi
- Comte, Mill ve Marx’ın temsilcisi olduğu pozitivizm
- Varoluşçuluğun öncüsü olan Kierkegaard, pesimizmin büyük temsilcisi Schopenhauer ve nihilizmin zirve ismi Nietzsche de bu dönemde yaşamışlardır.
Bu dönemde varlığın oluşu, bilginin kaynağı, birey- devlet ilişkisi, ahlakın ilkesi gibi konular en yoğun tartışmalara sahne olmuştur.
Varlığın oluşu
18-19. yüzyıllarda ontoloji Descartes, Spinoza ve Wolff etkisindedir. Schopenhauer da onları eleştiren bir pozisyondadır. Bu dönemin birçok ontolojik teorisi, ontolojiyi büyük ölçüde küçük bir dizi ilk ilke veya aksiyomdan başlayan tümdengelimli bir disiplin olarak görmeleri anlamında rasyonalistti. En etkili isimlerden biriyse Hegel’dir. Hegel gerçekliği bir bütün olarak algılamış, “ruh” dediği bir özün görünümleri olarak ele almıştır.
Hegel’de “Tanrı”, “geist”, “fikir”, “akıl” veya “tin” kavramları mutlak olanı temsil eder. Tin, ilk başta kendiyle özdeş ve kendisi için varlıktır. Tin, bu aşamada kendini tanımamaktadır. Kendini tanıyabilmesi için kendi olmayanda kendini görmelidir. Kendi olmayan karşıtıdır. Tinin karşıtı doğadır. Doğaya ve evren olmaya dönüşen tin burada kendini yitirmiştir. Yitirileni çekip koparmak yeni bir dönüşümü gerektirir. Amacı kendini tanımak olan tin, doğayı yeni bir dönüşüme zorlar. Tin ve doğa uzlaşır. Sentezlenen yeni durum, tin ve doğanın mükemmel uyumu olan insandır. İnsanlık tarihi, tinin kendini bulup tanımasının zeminidir.
Karl Marx’a göre düşünce maddi bir gerçeklik olan beynin ürünüdür. Maddenin özü harekettir. Madde çelişme ve çatışmalardan geçerek varlıkları ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle maddenin geçmişi, şimdisi ve geleceği vardır. Diyalektik materyalizm adını verdiği görüşü, nesnelerin karşılıklı ilişkilerini ve çelişkilerini ele alır. Bu görüş, yalnız doğayı açıklamakla kalmaz, onu değiştirmek gerektiğini, insanın bunu başarabilecek güçte olduğunu savunur. Hegel varlığı mutlak ruhun görünümleri olarak açıklarken Marx onun diyalektik(tez-antitez-sentez) örüntüsünü kabul eder, lakin değişimi ruha değil gözle görülür ekonomik mücadelelere dayandırır.
Bilginin kaynağı
Akla güven, insanın bir şeyler keşfedebileceğine olan inanç ve imkanların artması bilginin üretiminde tartışmaları gündeme getirmiştir. Bilginin kaynağının ne olduğu büyük bir tartışma haline gelmiştir. Çünkü öteden beri akıl, tanrı, sezgi gibi benzer açıklamalar varken bu dönemde empirisizm dediğimiz ve aslında antik dönemlerde atomcuların da söylemek istediği bir karşıt görüş popülerleşmiştir.
Bu dönemde bilginin kaynağı nedir sorusuna rasyonalistler, bilginin a prioriden( gözlem ve deneye dayanmadan) sırf akılla oluştuğunu belirtirken empirisizm, a posterioriden(deneyden çıkan ve deneye bağlı olan) oluştuğunu ileri sürer. Bu dikotomi bizim görüş ayrılığını tasvir etmek için bizim art zamanlı gördüğümüz bir çatallanmadır. Sadece bunlar değil, orta yolcu tasvirler de mevcuttur. Bu iki görüşü uzlaştırmaya çalışan 18. yüzyıl filozofu Kant ise bilginin deneyden başlayıp akılda anlam kazandığını söylemiştir.
Rasyonalistlerden Descartes(1596-1650), asla şüphe duyulmayacak ve başka bilgilere de temel olabilecek açık seçik bir bilgi arar. “Düşünüyorum, o hâlde varım.” önermesine ulaştığında kesin bilgilerin kaynağı olarak akıl görüşüne varır.
Empirisistlerden Locke(1632-1704), doğuştancılık fikrine karşı çıkar ve bilginin doğuştan değil sonradan deneyimler aracılığıyla oluştuğunu belirtir. Duyu organları vasıtasıyla dış dünyadan “boş bir levha olan insan zihnini” doldurduğumuzu söyler.
Kant(1724-1804), “Algısız kavramlar boş, kavramsız algılar kördür.” sözüyle duyu verileri olmadan akılda var olan kavramların boş olduğunu, sadece bunlara dayanarak anlamaya çalışan aklın ise kör olduğunu belirtir. İnsanın bilgi edinmede iki yönünü de kullandığını söylemiştir.
Birey- devlet ilişkisi
Politik sahada “monarşi” yani iktidarın tek şahısta toplanması fikrine karşı “demokrasi” yani iktidarın halk gücüne ait olması görüşü ortaya çıkmıştır. Locke liberal, özgürlükçü bir devlet anlayışından bahsederek öncü olmuştur.
Locke(1632-1704) doğadan yola çıkar, toplumsal sözleşmeyi kabul eder ama monarşiye varmaz. Herkesin eşit olduğunu ve birbiriyle dayanışma hâlinde bulunduğunu belirtir. Haksızlıklara karşı hakları siyasal bir otoriteye yani devlete devrettiğimizi belirtir. Meşru yönetimin kaynağı çoğulcu iradedir.
Montesquieu(1689-1755) insanın özgürlüğüne ve güçler ayrılığına önem verir. Yasama, yürütme, yargı ve devletler, siyaset, medeni hukuk ayrımları yapar.
Rousseau(1712-1778) İnsanların zorunlu olarak bir araya gelerek toplumsal sözleşme yaptığını ve devleti kurduğunu ileri sürer. Haksızlık durumlarına çözüm olsun diye oluşturulan toplumsal sözleşmenin insanları köleleştirdiğini belirten Rousseau, geriye yani doğal duruma dönüşün mümkün olmadığını söyler. insanlar bu ikilemden kurtulamazlar. Ama doğal yaşama uygun olan yasalar çıkarabilirler.
Ahlakın ilkeleri
Ahlakın ilkesi, yani davranışlarımızı yönlendirecek prensip ne olmalıdır? sorusuna bu dönemde iki radikal cevap verilmiştir. Birisi deontoloji, diğeri de faydacılık.
Deontoloji- ilkeselci etik
Kant, iyi istenç kavramıyla şartlar ne olursa olsun her zaman doğru olarak kabul edilebilecek ilkelere göre davranmalıdır. İnsan, iyiyi sırf iyi olduğu için aklı ile içten karar vererek istemişse orada iyi istenç vardır. Kant; ahlakı ve iyiyi, eylemlerin sonucuna göre değil, arkasındaki amaca göre değerlendirir. (Ödeve uygunluk)
- “Öyle eylemde bulun ki eyleminin gerisindeki maksim, herkes için geçerli evrensel bir yasa olsun
- Kendinde ve başkalarında insanlığı bir araç olarak görecek şekilde değil de onu bir amaç edinecek şekilde davran.”
- “Her zaman akıllı iradeni, evrensel bir yasa koyucu olarak görevde bulunacağı şekilde davran.”
Faydacılık- sonuçsalcı etik
Bentham, ahlakı fayda temelinde açıklar. Bentham, ahlakı pratik alanda öngörür. Ona göre insan, doğası gereği acıdan kaçar ve hazza yönelir. Bu eylemin akılla bilinçli bir şekilde yapıldığında insana erdemli olma niteliği kazandıracağını öne sürer. Acı karşısında hazzı, haz karşısında acıyı ölçüp tartan biri; faydayı hangisinde daha çok görürse ona yönelmelidir.