Karadeniz’in soğuk sularında ekip halinde yüzüyorlardı. Gerçek bir ekiptiler. On binlercesi bir arada geziyor, anlık tepkiler verebiliyorlardı. Tehlike anında tek vücut gibi hareket edebiliyor, düşmanı şaşırtıyorlardı. Düşmana karşı başarısız olsalar da önemli değildi. O kadar çoktular ki… Doğa üstü güçler müdahil olmadığı sürece sorun yoktu.
Hamsiler avlanmakla tükenmezdi, ama ortada doğaüstü bir düşman vardı. Düşman doğal değildi, doğal olanla da değildi. Doğaya karşıydı ve onu yıkıcı tarafları vardı. Balıkları yakalayıp yemek neyse de, soylarını tüketmek gibi davranışlar söz konusuydu. İnsanlar ses dalgalarını kullanarak denizdeki tüm balıkların yerini tespit ediyor ve hepsini avlıyorlardı. Böyle olunca da üreyecek balık kalmıyor, balıkların nesli tükeniyordu. İnsanlar “çok zeki” oldukları için yaptıkları işlerde bir yanlışlık olabileceğini sanmıyorlardı. Balıklar git gide tükendi.
İnsanlar ağları attı mı balıkların yapabileceği bir şey yoktu. Zaten balıkçı teknesinin ekranında görünüyorlardı. Direnmeye fırsat bile bulmadan hepsi kendini güvertede buldu. Çırpınmanın da faydası yoktu, ama kolay yem olmak istemediler. Hamsiliğin de bir ruhu, bir kişiliği vardı. Arkada kalanlara bir mesaj verebilmek, en azından çarpışırken ölmek gerekiyordu. Nihayetinde çırpınmalar da kesildi. Teknenin arkasındaki yazı şöyle diyordu: Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı…
Geride kalanlara son bir veda derken o da ne! ekibin cılız, pespaye bir üyesi denizde kalmıştı. Diğerlerine göre küçük, kısa bir hamsiydi bu. Dışarıda yem olmasın diye sürünün de iç taraflarında gezerdi. Normal hamsiler on- on beş santim boyundayken bizimki beş santim kadardı. Sürünün bu gürbüz üyesi ilk defa zayıflığının yararını görüyordu. Ağlar toplanınca herkes ortadan yok oldu. Bizimki kısa boyuyla ağların arasından sıyrılmıştı.
Artık tek başına yaşayacaktı. İlk başlarda biraz yabancılık çekti. Sonuçta topluluk halinde yaşamaya alışkındı. Sonra tek başına yaşamaya da alıştı. İnsanlar tüm balıkları avladığı için pek tehlike de kalmamıştı. Karadeniz’in soğuk sularında kıt kanaat geçinmeye çalıştı. Ömrünün sonlarına geldiğinde güneye göçmeye karar verdi. Emeklilik hayalleriyle neşe içinde yüzerken Sinop’a çarptı. Ne oluyor demeye kalmadan bir oltaya geldi. Bir balıkçı onu yukarı çekti, ancak hamsi yine kurtuldu.
Avcı bu kadar küçük bir balığı kale almadı, denize geri attı. Bizimki de can havliyle geri bastı. Karadeniz’e doğru yüzmeye başladı. Kim koydu bu Sinop’u buraya! dedi. Küfür falan etti. Ama sonra anladı ki ayağını yorganına göre uzatmak gerekiyor. Ayağın ve yorganın ne olduğunu bilmiyordu ama güneyin nerede olduğunu da bilmiyordu. Sonra etliye sütlüye bulaşmadan yaşayıverdi. Ecel geldiğinde ölümü insanlığa bir sitemdi. Kimseye haber vermedi, veremezdi. İnsanlar kendileriyle birlikte hamsileri de tüketmişti.
insanla gercekten cok acimasizca davraniyor bazen.. dogru herseyin insan icin yaratildigi ama bazen o kadar bencilliesiyoruz ki bizim disimizdaki kimseyi önemsemeyebiliyoruz.