Bizim buralara bir veli, mübarek kişi gelecekmiş. Halk meraklandı. Yüce bir zat dediler, ulular ulusu… Keramet gösterip göklere çıkmış. Böylesini hiç görmemiştim. Halk hürmet göstermek için telaş içindeydi, ama bu zat hürmet sevmezmiş; alelade biri gibi davranılmak istermiş. Bizim buraların zaten çok bir şatafatı yoktur, amiyane bir hudut kasabası işte. Yalnız ağaçlarımız güzeldir, havamız güzel huyludur. Hayvanlarımız uslu, usturupludur. İnsanımız da edep- erkan bilir.
Ben bizim buraları en çok bahar mevsiminde severim. O zaman da bahar ayları, bakalım gelecek veli nasıl şeref verecek diye merak ediyordum. Ne yalan söyleyeyim ben böyle göklere çıkma olayı hiç görmedim. Yani ne desem bilemiyordum. Sonuçta kalem ehliyiz, ilmiyeden hallice insanlarız. Göklere çıkmış da farklı yerlerde aynı anda bulunmuş da… İki kelam duyduk diye inanacak mıyız? Bizim dinimiz zaten güzel dili, güzel ahlakıyla mucizelidir. Veli önümde uçsa inanırım, ama uçan insan olur mu bilememiştim.
Ant verdim, soracağım dedim hepsini, uçmayı, yok olmayı… Bir sürü hikâye anlattılar. Mesela cadılarla savaşırken suyun üzerinde yürümüş. Hadi cadı var diyelim, suyun üzerinde yürümek ne yahu? Cadıları def eylemiş sağ olsun, ama su üzerinde yürümeye akıl sır ermiyor. Kaf dağında yine gölün üzerinde namaz kılmış diyorlar. Seccadeyi suya serince nasıl batmadan kılmış anlamamıştım. Taştan su fışkırtmasına ne demeli? Rivayet o ki susuzluktan kırılan insanlara olmadık yerden su çıkartmış, ol demiş olmuş, tövbe estağfurullah. Halk inanıyordu, ben de inanmak istiyordum. Mucizelere inanırız evelallah, ama sahtesine de inanmak günahtır. Bir de aynı anda farklı mekânda olması yok mu? Alem-i emr diyorlar. Mukaddem, mütemekkin, tayy-ı mekan ehli bir server… Ölmeden gün yüzüyle bir Hızır görmek de nasip olacak mı diye merak edip duruyordum. İki kelam da biz ederiz sorarız hepsinin hesabını dedim.
Bu havadislere “halk işitmez uydurur” diye bakıyordum. İki kelam duydular mı tamam. Durun kelamın ardı var mı bir bakın mübarekler! Ne yalan söyleyeyim herkes bir muhabbetle gulgule etmeye başlayınca mübarek bir zat olduğuna inanasım geldi. Yalnız ölümsüz olduğunu diyen olmuştu, bunu görsem de inanmayacaktım. Cenap-ı peygamber hazretleri bile miraca vardı. Öyle yapmış, böyle yapmış tamam da hayy- ı layemut sadece Allah’tır.
Her kelama kanmadım ama bazılarına da umutlandım. Soracaktım zaten duyduklarımı, nasıl yürüdün, nasıl uçtun, nasıl kıldın diye. Ne zaman gelecek diye sordum, kimse bilmiyor. Bir merasim, bir alay düzenlenmez mi? Düzenlenmedi. Gelince görürüz dedim. Birkaç hafta sonra sabah vakitlerinde evden işe giderken bazı konuşmalar işittim. “Şöyle ulu bir zat, böyle ulu bir zat.” Dedim geldi bizimki. Önce işe gittim, mesaiden sonra tekkenin yolunu tutarım dedim. Kaçmıyor ya, sonuçta tayy-ı mekan ve ölümsüz…
Kasabanın yamaçlara doğru olan tarafında yüksekçe bir yerde bulunan tekke genellikle sessizdi. Şimdiyse içeriden az miktarda ses gelir olmuştu. Eşraf meraklanmış bu misafiri görmek istemiş. Ama bazılarına da tembihlemişler ki kalabalık etmesinler, yol yorgunudur yolcumuz diye. Ben de bir yeltendim ama sonraki gün sohbet olacağı söylenince geri evin yolunu tuttum. Ben hala bir hor görme tavrındayım, diyorum ki o kadar mucizesi var ama yoldan yoruluyor; aynı anda birden çok kişiyle de konuşamıyor, hayret!
Neyse, ertesi gün sohbet zamanı geldi. Kasabanın eşrafından olduğumdan değil de belki şifa bulurum diye beni de çağırmışlar. Kasabanın gariplerinden olduğumu söylemiş miydim? Vallahi insanlar da bana garip geliyordu, ben de onlara garip geliyormuşum. Kendim olduğum için özür dileyemem ya. Ulu kişi faydalı olur diye beni çağırmışlar. Gittik selam verdik oturduk. Sen-ben gibi bir adem, kıyafeti- görünümü alelade bir kişi. Sokakta görsem Hızır demem.
Bir farkı yok yani, başta garipsedim ama sonra alıştım. Sohbete kim olduğunu ve ne iş yaptığını anlatarak başladı. “Ben seyyahım, atalarım da seyyahtı. Kim kalmış ki dünyada zaten! Bazıları da bana veli der. Bazısı kaçkın, göçgün der de ben kabul etmem. İsmin kötülüğünden değil insan kendinden kaçamıyor. Gittiğim her yerde baş başayım kendimle…”
Dikkatimi çekti, devam ettikçe daha da meraklandım. Devam ettikçe daha da tanımamaya başladım. “Kendimle beraberken başkaları da vardır. Ağaçlar ve hayvanlar vardır. Onlarla konuşurum. Bana bu yüzden, orada olan şeylerle konuştuğum için deli de derler, ismin kötülüğünden değil de gerçekten deli olanlara haksızlık olmasın diye bunu da kabul etmem.”
“Kendi işine bakmak, lafa söze kulak asmamak ne büyük zenginliktir. Bu konuda ağaçlara bir nebze yetişen deli dostlarımız var. Ruhları Allah’ladır, en çok onlara özenirim, en çok bir yerde olmamaya meylim; bu yüzden de duramam bir yerde. Şu an da yoldayım, yolculuk bitmediği için değil, bir yerde olmamak için”
“Doğrudur ismim önden gider, seyahatlerim gitmediğim yerlerde anlatılır, lakin ismim ve yaptıklarım mühim değildir. Çünkü sadece geçiciyim. Geçer giderim, tüm sırrım da budur” dedi. Bir meraklandım ki sorma! Bölüp soru da soramıyorsun tekkede, bekleşiyoruz. Arada susuyor, bakıyor, sonra devam ediyor. Kimse de bölmüyor.
“Şerif, seyyid, server, hızır, mücahid, gazi, derviş, alp, eren, mübarek, ermiş, ulular ulusu derler, adım seyyah, kendim geçiciyim. Yok bundan başka kabiliyetim.” deyince “duyduğum iki kelamı” unuttum kendimi teslim etmeye gayret ettim. Zira halkın anlattığından bambaşka biri vardı burada. Bir insan olur da bedenine bakar faniliği görürsün ya, ne kadar güçlü olursa olsun ölecektir. Hiçbir beden, hiç kimse zamana dayanamamıştır. Bu seyyah “yoktu ki” ona zarar gelsin! Fani olmaktan sıyrılmış gibiydi. Hiç olmuştu ve beni çok şaşırtmıştı.
Tekkeden girilince hemen karşıda yer alan meydan odası diğer odalara nazaran daha yüksek tavanlıydı. Sanki sesler göğe yükseliyor gibi hissediyordum. Neden bilmiyorum, bir tavana baktım bir de veliye. Tavan değildi görmek istediğim, bu sözlerin nereden geldiğiydi.
“Gördüğünüz gibi bir ademim, farkım varsa hiç olduğumu kabullenmek, ölümden başka yol olmadığını görmek” deyince ölümsüz olma hikayesini anladım. Hiç olmak ölümsüz olmanın da fevkinde bir mertebe. Muhterem ölümsüzlükten de ötede!
“Her şey geçicidir” dedi. “Geçmeyen mi var? Her şey geçer, geçmesi için yaratılmıştır bu alem” deyince göl üzerinde nasıl namaz kıldığını anladım. Beklemek, zaman vermek ne hikmetli işmiş. Bunu söylemedi ama ben o hiçlikte düşündüm. Denizin üzerinde durmuştur gerçekten, ama denizin çekilmesini beklemiştir her halde. Bu tevazu, bu hakka yakınlık ile kurumayacak deniz yoktu ki!
“Kimse gelmedi ki kimse gitsin” dedi. Sözünü kesmeyince devam etti. “Kim kendisi gelmiş aleme de kendisi gidecekmiş? Ölüm yok, ölen yok çünkü.” Göklere çıkmak bu kadar kolaymış. Ne bileyim. Hayatım boyunca cahil kalmışım, kanatlanmaktan geri durmuşum.
“İnsan en çok kendisiyle harp eder ve en çok da buna hazırlanmalıdır.” dedi. O an içimdeki vehimlerim aklıma geldi. Neler neler düşünmüştüm bir hayat boyunca ve neler yapmıştım kendime. Veli devam edince “kim olduğunu bilince başkasının kim olduğu ikinci mesele” Cadılarla savaşmak bu olsa gerek, düşmanı yok etmek bu demek. Düşmanlarım yok olmuştu. Ne rahatlamıştım o an!
“İnsanın alameti konuşmasıdır, konuşması kalır akıllarda. Ağzını açan aklını da açmalı ve elzem olmadıkça konuşmamalı. Zira gereksiz konuşan gereksiz olur, gereklisini yapmalı.” Velinin konuşmasına hayran olmamak elde değildi. Hayran ne kelime, müptelası oldum bu belli- belirsiz suretin. İki kelam yetmişti geçmişi yok etmeye. İki kelam, iki kelam he!
Bu sözün ardından sustu. Biz de bir komut olmamasına rağmen odadan çıktık. Sözün kısası makbul olur zira, anladık. Kısa değildi, ama bize az gelmişti. Göklere çıkmak kime yetebilir? Ölümsüz birinden sonsuzluğu dinlemek, hiç olarak her şey olmak. Böyle garip bir gündü. Sonra veliyi hiç görmedim. Ama hep zihnimdeydi, yani hep görmeye başlamıştım hiç görmeyerek.
Arkadaşlara ve tekkeye sordum nerededir diye, susmakla yetindiler. Yoktur dediler sonra. Yok… olmak gerekmiş, ne acayip şey değişmek. İki kelamla değişmiştim. Halk içinde konuşulan sözler onların anlattığı şekilde değildi, ama daha da acayip bir durum vardı ortada. Ben nereden bileyim, yok olmak var olmakmış. Ben nereden bileyim alelade bir fani asıl ulu imiş.
Gel zaman git zaman halk velinin buradan geçtiğini konuşmaya başladı. Ben de karşılaştığım kişilere anlatmaya gayret ettim. Ne var ki anlatamadım. Halk sözleri duyunca anlamıyor ya da idrak etmemekte ısrar ediyordu. Nasıl oldu bilmiyorum, tabii bir surette adalet tecelli etti. İlahi bir adalet. Halkın sözüne inanmayan ben başladım yekûn bir tasvire:
“O bir damla attı, önümüzde ırmak oldu, deniz oldu. O bir taşa yol verdi, taş büyüdü dağ oldu, dağ büyüdü ülkelere gölge oldu. O bir adım attı, bir yere değil her yere girdi. O bir oturdu, gökler altına serildi.”
“Cadıları mağlup edip denizde yürüdü mü” dediler. “Size eksik anlatmışlar” dedim. Denizlerden gök yaptı da cadılar secde etti önünde. Ne yapayım? “Geldi konuştu” desem iki kelam yetmez.