Yeniçağda Bilim Rönesansta Düşünce
Yeniçağda bilimin incelenmesi bilim tarihçiliği için elzemdir. Bilimin ataları bu dönemde yaşamıştır. Peki filozoflar bu döneme nasıl bakmıştır? Öncelikle söylemeli ki: insanın merakı ve sorgulaması Orta Çağ denilen bin yıllık bir sekteye uğradı. Daha sonrasında Yakın Çağ adı verilen uyanma evresi diyebileceğimiz zamanlara ulaşıldı. Bu uyanış bin yıllık karanlıkta: dinsel, askeri, hukuksal, siyasi kurumların birbirine karıştığı zor bir uyku sonrasındadır. 15. ila 18. yüzyıllar arasındaki bu zamanda insanın kendine gelmesini, çevresini yeniden merak etmesini ve ona doğru hamle yapmaya başlamasını görürüz.
14. yy. da başlayan Rönesans kültürel hareketiyle sanatın ve bilimin konusu din haricine de çıkmıştır. İnsan odak noktası haline gelmiştir. Coğrafi keşifler, pusula ve matbaa gibi buluşların Avrupa’da yayılması, kentlerin birleşip ulus devletleri oluşturması, yeni uygarlıklar ve iletişimin artması gibi nedenler insanları sorgulamaya götürür. Avrupa’da felsefenin etkinliği de Yeni Çağ’ın başlarında görülür. Nitekim felsefe[dmy.info/felsefe-nedir] bilimlerin atası olarak yeni çağa yön verecektir. Akino’lu Thomas ve Ockham’lı William gibi teolog- filozoflar Orta Çağ’ın sonlarında Yeni Çağ’ı etkileyen eserler bırakmıştır. Daha sonra Francis Bacon’ın Novum Organum’u, René Descartes ’ın Metot Üzerine Konuşma’sı, Isaac Newton ’un “Felsefi Akıl Yürütmenin Kuralları”, bilim felsefesinin öncü yapıtları olmuştur. Copernicus’un Güneş-merkezli sistemi kurması, ardından Tycho Brahe ve Newton’ın hesaplamalarıyla ve Galileo Galilei’nin gözlemleriyle desteklenmesi yepyeni bir bilim anlayışının habercisi olmuştur.
Francis Bacon bu çağda göze çarpan ilk bilim felsefecisidir. Ona göre Felsefenin kaynağı bilimdir. Bilim ilerleme ve gelişme sürecidir.Bilimle doğanın özünü kavramaya yönelmelidir.Doğanın inceliklerini araştırmada daha yetkin yöntemler geliştirilmeli ve insanın yaratıcı gücü özgürleştirmelidir.Bu da deney yoluyla sağlanabilinir.Böylelikle insan bilimle doğaya hakim olarak kendini gerçekleştirebilecektir.Bacon’a göre, eğer düşüncede kesinlikle başlarsak kuşku ile bitiririz. Gereken, kuşkuya sabırla katlanmak ve böylece kesinliğe ulaşmayı beklemektir. Bacon’ın görüşleri ilk bakışta Descartes’in felsefesinde yer alan yöntemsel kuşkuyu çağrıştırmakla birlikte aslında ona karşıdır.Aradaki fark, aslında Descartes’ın felsefeye kuşkuyla değil,ilk kesin bilgi olan Cogito ile başlamasında yer alır. Bu kesinlik aslında kuşkuda içerilmiş olarak bulunan bir doğruluktur. Diğer kesin doğrulukların kaynağı da yine kuşku değil, bu ilk doğruluktur. Oysa Bacon için kesinlik bilginin başlangıcı değil, uzun araştırma sonucunda ulaşılabilecek olan ve araştırma- bilme sürecini noktalayacak olan sonuçtur. Bu anlamda Bacon’ın felsefe anlayışının doğal olarak bilim anlayışına yansıdığını söyleyebiliriz.
Bacon’ın, bilimin temelinde zaten araştırılması ve keşfedilmesi gereken en önemli alan olarak gördüğü doğayı inceleyen Doğa Tarihini görür. Ona görebilimin gövdesini de bu incelemelerde esas alınmasıgereken deneyin kaynağı olarak Fizik oluştururkendeneyle ortaya çıkarılamayanları en azındanaçıklığa kavuşuncaya kadar Metafizikle bağdaştırmış görünmektedir. Bu anlamda da bilimin üst noktasınımetafizik oluşturur diye düşünür. Bacon’a göre doğayı tanımanın yöntemi tümevarımdır ve bunun başlıca yolu deneydir. Tasarımda kullanılan kavramlar, ilkeler ve belitler emin olabilmek için deneye dayanmaktadır. Ancak deneyimin sık sık belirsiz ve hatalı olması, kavramlarımızın alelacele, yalnış olarak genelleştirilmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu durumda bizim tek umudumuz, gerçek tümevarımdır. Derece derece yukarı çıkmak için düzenli bir şekilde deneyimden, gitgide daha yüksek önermelere yönelerek en genel, en iyi şekilde tanımlanmış belitlere ulaşana dek genellemelerde bulunmamalıyız Bilim felsefesi diye nitelendirilen Pozitivizm(olguculuk) de Bacon’ın bilim anlayışı içersinde yer alır. Çünkü Pozitivizm, deneyin dışında belirtilen tüm varsayımları yok sayar.
Yeni Çağ’ın önemli insanlarından biri René Descartes, felsefesini yöntem sorunları üzerine kurmuştur. Felsefenin bütün problemleri ile hesaplaşmış ve kendi kuramını, düşüncelerini son derece tutarlı ve kapalı bir sistem olacak şekilde geliştirmiştir. Kendi bilgi sistemini açık-seçik ve sarsılmaz doğrulukla temellendirecek bir bilgi anlayışı arayışına çalışmıştır. Onun bu arayışı Metodik şüphe diye adlandırılan yeni bir yöntem oluşturmasına neden olmuştur. Amacı şüphe yönetimiyle şüphe içermeyecek bilgiye ulaşmaktır. Descartes bilime ve matematiğe önemli katkılarda bulunmuştur. Optikte yansımanın temel kanununu bulmuştur; geliş açısı gidiş açısına eşittir. Matematiğe olan en büyük katkısı ise analitik geometri üzerine olmuştur. Cebirin geometriye uygulanması üzerine çalışmıştır. Kartezyen Geometri ifadesini ortaya atmıştır. Eğrileri onları üreten denklemlere göre sınıflandırmıştır. Alfabenin son harflerini bilinmeyen çokluklar için, ilk harflerini de bilinen çokluklar için kullanmıştır. Descartes’ın felsefe tarihindeki önemi, kilise odaklı orta çağ felsefesini içinde bulunduğu darboğazdan çıkarıp Yeni Çağ’a taşımasından kaynaklanmaktadır. Descartes’ın çalışmaları “Akılcılık” akımının doğmasına yol açmıştır.
George Berkeley’de ise Nesneler düşünceden başka şey olamazlar, çünkü duyumlar, katışıksız düşüncelerdir. Nesneler kendilerini yaratan Tanrı’da bile, birer düşüncedirler. Kendisiyle ilgili edindiğimiz düşünceler dışında, madde diye bir şey yoktur. Genel bir düşünce elde etmek için, özel düşünceleri birbiriyle karşılaştırırız: Soyutlama. Yanlış soyutlamalardan arındırılmış bilimin bütün değeri, duyumsal kesinliğe dayanır. Felsefenin ve bilimin yanlışlarından arındırılmaları ve kusursuzlaştırılmalarıyla, Hıristiyanlığa tıpa tıp uyan bir bilgeliğe ulaşılacağım düşündü ve ömrünü bu amacın gerçekleştirilmesine adadı
Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak epistemolojiyi ön plana çikartmis olan Kant, öncelikle Hume’dan etkilenmiştir. Kendi deyişiyle Hume onu dogmatik uykusundan uyandıran, spekülatif felsefe alanındaki araştırmalarına yeni bir yön veren filozof olmuştur. Öte yandan, o Descartes’in akılcılığının da birtakım olumlu yönler içerdiğini saptamış ve zihnimizin, matematikle uğraştığı zamanki işleyiş tarzı karşisında adeta büyülenmiştir. Kant, bundan başka asıl, onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda göz kamaştırıcı gelişmeler kaydeden bilimden, özellikle de fizikten etkilenmiştir. Kant’ın gözünde bilim, öncülleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume’unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman, sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bir bilim adamı, Kant’a göre, bir yandan kendisinden önceki bilim adamlarının ulaştığı sonuçları kabul eder; yine, bir bilim adamı kabul ettiği bu sonuçlara ek olarak, yeni araştırmalara giriştiği zaman, deneysel yöntemler kullanır. Bilim yansızdır ve nesneldir.
Öte yandan bilimin, özellikle de Newton tarafından geliştirilen modern fiziğin çok başarılı sonuçlar doğurmuş olan yöntemi, Kant’a göre, rasyonalizmi de empirizmi de aşarak gelişmiştir. Başka bir deyişle, fizik bilimi, rasyonalizmin ulaştığı sonuçları da, empirizmin ulaştığı sonuçları da yanlışlayarak gelişimini sürdürmektedir. Buna göre, kendisine en sağlam bilgi modeli olarak düşünülen matematiği örnek alan rasyonalizm, şeylerin bizatihi kendilerine yönelmeden, şeylerin kendileriyle bir temas kurmadan, yalnızca düşünceleri birbirlerine bağlamakla yetinip, şeylerin kendileriyle ilgili olarak a priori sonuçlara ulaşir. Oysa fizik, matematiği de kullanarak şeylerin bizzatihi kendilerine yönelmekte, şeylerin kendileriyle, rasyonalizm tarafından kurulamayan teması, başarılı bir biçimde kurmaktadır.
Kant‘a göre, İngiliz filozofu Hume’un empirizmi, belirli bir nedenden daima aynı sonucun çikacagini hiçbir zaman kesin olarak bilemeyeceğimizi savunmak suretiyle, nedensellikle ilgili olarak kuşkucu bir tavrı benimsemiştir. Oysa, çok başarılı sonuçlar elde etmiş olan fizik bilimi hemen tümüyle nedensellik ilkesine dayanmaktadır. Kant bu bağlamda, kendisine düşen işin, rasyonalizm tarafından da, empirizm tarafından da açıklanıp temellendirilemeyen bilimi, özellikle de fizik bilimini temellendirmek, bilimsel bir biçimde düşündüğü zaman, insan zihninin nasıl işlediğini bulmak olduğunu düşünmüştür.
Başka bir deyişle, o felsefedeki ilk ve temel misyonunun bilimi temellendirmek, daha sonra da ahlakın ve dinin rasyonelliğini savunmak olduğuna inanmıştır. Bununla birlikte, bu hiç de kolay bir iş değildir, çünkü bilim ve din yüzyıllardır birbirlerine karşi amansız bir mücadele içinde olmuşlar ve bilim, dinin otoritesi karşisında mutlak bir zafer kazanma yoluna girmiştir. Bu zafer, Kant’a göre, bilimin bakış açısından iyi ve olumlu olmakla birlikte, ahlak ve dinin bakış açısından tam bir felakettir.
Bilimin dinin müdahaleleri karşisında özerkligini kazanması hiç kuşku yok ki iyi bir şeydir, fakat bu, bilimsel olmayan tüm inançların, din ve ahlakın temelsizleşmesi ve anlamsızlaşması anlamına geliyorsa, bilimin zaferi, insanlık[dmy.info/insanligin-gelecegi] açısından, dinin bakış açısından gerçek bir felakettir. Kant, öyleyse, yalnızca din, bilim ve ahlakı temellendirmek durumunda kalmamış, fakat rasyonel bir varlık olmanın ne anlama geldiğini gösterme durumunda kalmıştır. O, işte bu amacı gerçekleştirebilmek için, hem Descartes’in rasyonalizminden ve hem de Hume’un empirizminden önemli gördüğü ögeleri alarak, transendental epistemolojik idealizm diye bilinen kendi bilgi kuramını geliştirmiş, yükselen bilimin felsefi temellerini gösterdikten sonra, özgürlük ve ödev düşüncesine dayanarak Hıristiyan ahlakını savunma çabasi vermiştir.
Bilgi Görüşleri: Düşüncesinde rasyonalist felsefeyle empirist felsefenin bir sentezini yapan Immanuel Kant, bilgide hem deneyimin ve hem de aklın katkısının kaçınılmaz olduğunu öne sürmüştür. O, ilk olarak en basit bir deneyimin, duyu izlenimlerinin bile a priori bir ögeyi, deneyden türemeyen, fakat deneyi yaratan ve mümkün kılan bir ögeyi içerdiğini göstermiştir. Söz konusu a priori ögelere karşilık gelen zaman ve mekana, deneyin transendental koşulları adını veren Kant, böylelikle Hume’un matematiksel bilimlerin tümüyle analitik bir yapıda olduğu görüşüne karşi, matematiğin mekan ve sayıyla ilgili yargılarının sentetik doğasını ortaya koyabilme imkanı bulabilmiştir.
Hume, 18. yüzyıl gibi bilimlerin doruğa ulaştığı bir dönemde bilimden duyulan kuşkuyu dile getirmektedir. Hume’a göre, temeli duyumda olmayan hiçbir bilgimiz yoktur ve zihnin görevi de duyumların getirdiği bilgiyi birleştirmek ve düzenlemekten başka bir şey değildir. Yani, zihindeki tüm tasarımların temelinde duyumlar vardır. Hume algılarımız sonucu oluşan zihinsel tasarımları “izlenimler (impressions)” ve “fikirler (ideas)” olarak ikiye ayırır. İzlenimler, görürken, işitirken, sever ya da nefret ederken karşılaştığımız canlı duyumlardır. Fikirler ise artık canlılığını yitirmiş olan tasarımlar, yani duyumlarımızın zihinde kalan izleridir. Öyleyse, zihindeki tüm tasarımlar izlenimlere, yani canlı duyumlara geri götürülebilir. Buna göre, duyum ve deneyden bağımsız hiçbir bilgimiz yoktur.
Hume, tüm bilimsel yasaların temeli olan nedensellik tasarımını geri götürebileceğimiz bir izlenimin bulunmadığını savunur. Bildiğimiz gibi, tüm doğa olayları bir nedenselliğe bağlıdır. Yani, doğada olup biten her olayın belli bir nedeni vardır ve neden dediğimiz koşullar olgunlaşınca, bunu ister istemez bir sonuç olayı izleyecektir.Bilim adamının görevi de, doğa olaylarının özünde var olan nedenselliği doğru kavrayıp, bunu bilimsel bir yasa halinde dile getirmektir. Oysa, Hume’a göre, nedenselliği geri götürebileceğimiz bir tasarım yoktur ve böyle bir tasarım bulunamayacağına göre, Hume nedensellik ilkesini alışkanlık ve çağrışım gibi bireysel ve psikolojik nedenlere bağlayacaktır. Ona göre, nesnelerden gelen duyumlar bir düzen içinde gelmektedir ve bu düzenlilik bizde alışkanlık yaratır. Örneğin, biz nerede ateş görsek, onun sıcaklığını, nerede buz görsek onun soğukluğunu algılarız. Buradan, ateş ve sıcaklığın, buz ve soğukluğun birbirinin neden ve sonucu olduğunu düşünürüz. Bundan sonra da sıcaklığını hissetmesek bile, nerede bir ateş görsek hemen onun sıcak olduğunu anlarız. Bu anlamayı sağlayan yeteneğimiz de çağrışımdır.
Buna göre, Hume doğa olaylarındaki nedenselliği çağrışım gibi bireysel ve değişken bir temele bağlamakta, nedensellik gibi zorunlu bir ilişkiyi psikolojik bir çağrışım olgusuyla açıklamış olmaktadır. Bilimsel yasaların kendisine dayandığı nedensellik ilkesi çağrışıma bağlanınca da, bilimsel yasaların tıpkı çağrışım gibi kişiden kişiye değişebileceği anlayışı gündeme gelmekte ve böylece David Hume bilimsel yasaların bile kuşkuyla karşılanması gerektiğini dile getirmiş olmaktadır.